Çiçeklerin Şarkısı - Kısa Hikaye
Herkese merhaba! Dünden önceki gece saat iki olmuş ve beni bir türlü uyku tutmuyordu. Instagram'da beni son zamanlarda çok sakinleştiren, çalışmalarına baktıkça sanki çocukluğumda yaşamadığım renkli ve büyülü anılara sürükleyen, hem görsel sanatıyla hem de arkaya koyduğu şarkılarıyla bir olup beni farklı dünyalara atan Autumnalwood adında bir sayfa var. Bana ilham veren çalışmasına göz atmak isterseniz tıklayınız. Bu gönderi o gün beni hemencik uykuya daldırdı ve diğer gün uyandığımda görsel ve şarkı kafamda canlanıp durdu. Sonra bu sayfanın paylaştığı müzikleri dinleyip çalışmalarına bakarken bir baktım aşağıdaki hikayeyi yazıvermişim. Dün başladığım hikayeyi yağmurlu bir perşembe gününde devam etsem de bitiremedim. Çocuk hikayesi gibi olacak gibi duruyor ama nereye vardırırım bilmiyorum. Çok uzatmadan ben de bir kısmını paylaşmak istedim. Umarım okumaktan keyif alırsınız, yorumlarınızı bekliyorum! (Ayrıca hikayemi okurken resmin altındaki müziği de açın bence!)
Çiçeklerin Şarkısı
Dalgalar bugün olması gerektiğinden hırçındı. Tabi sadece dalgalar değildi hırçın olan, ağaçlar yapraklarına engel olamıyor, onların uçtuğu yöne doğru eğilmek zorunda kalıyorlardı. Bu ağaçların arasındaki patikaysa tam bir faciaydı. Yaban çiçekleri ile dolu çayırda okuldan çıkan çocukların evine gitmek için kullandıkları yürüyüş yolunun kırmızı kumları neredeyse vücut bulmuş birer canavar gibiydiler. Üstelik yollarını şaşırmış, gözleri dönmüş bir şekilde hiçbir şeye aldırmaksızın oradan oraya salınan canavarlardı. Eda, gözlerini kısmış, kumlar görüşünü tamamen engellemeden önce gördüğü tüm okul arkadaşları gibi korunmak için okul çantasını yüzünün önüne kalkan edinmişti. Bebekliğinden beri her zaman yanında olan Sevgi yanında olmasa kendini bir kabusun içinde zannedecekti. Onun varlığı kendini güvende hissettiriyordu, bu durumda bile. İkiziydi Sevgi onun. Verilya Kasabası'nda bulunan tek ikizlerdi. Okul arkadaşları tarafından bir hayli ilginç karşılanıyordu bu ama şu an bunu düşünemeyecekti Eda. Çünkü eğer olurda rüzgar onu denize itip boğmazsa ya da onu bir tarafa fırlatıp bir yerlerini kırmasına neden olmazsa, kumdan canavarlar onu yemezse ya da iyice eğilmiş ağaçlar dallarıyla ona vurmaya başlamazsa, boğazına iyice dolanmış uzun siyah saçları onu boğacaktı. Bir elini bu toz toprak içinde bile parıl parıl parlayan Sevgi'nin saçlarının içine daldırarak tokalardan birini alıp kendi saçlarını topladı. Nasılsa Sevgi'nin saçları sımsıkı iki yandan örülüydü, bu canavarlar bile Sevgi'nin örgüsünü bozamazdı.
"Bak ne diyeceğim, eve daha çok var. Şu bisikletin yanındaki ağacı görüyor musun? Onun yanından girersek az ileride küçük bir mağara var. Rüzgar geçinceye kadar orada saklanabiliriz" dedi Sevgi Eda'ya. Eda ağaçtan daha çok bisiklete odaklandı. Kırmızı bisiklet ağacın yanında yatıyordu. Sahibine ne olmuş olabilirdi. Sevgi ise bisiklete baksa da, görmemişti. Onun aklı bu rüzgarın tam okul çıkışına nasıl denk geldiğine lanet etmekle meşguldu. Halbuki böyle durumlarda İrfan amca haber ederdi. Sabah erken saatlerde okulun yolunu tuttuklarında İrfan amca onları eve geri gönderir, şemsiyelerini almalarını ya da çok rüzgar çıkacağına karşı uyarırdı. Ama bu rüzgar anormaldi. Ne Eda ne Sevgi hiç böyle bir şey hatırlamıyordu. Bisikletin yanına geldiklerinde Sevgi, bisikleti incelemeye başladı. Sevgi hemen Eda'nın kolundan tutup acele etmeleri gerektiğini söyledi. Eda bisikletin yanından ayrılırken küçük beyaz kağıt gibi bir şey fark etti, bisikletin tekerine sıkışmıştı. Ama Sevgi onu itelemeye başladı ya da rüzgar, emin değildi.
Patikayı saran ağaçların ardında sanki yer göğe yükseliyor gibiydi. Çiçekler ikizlerin etrafında uçuşurken kirli hava gözlerini acıtmaya başlamıştı. Kendilerini patikaya tekrar atmak istediler ama rüzgar onları sürükledi. Uçurdu demek daha doğru olur. Nereye gittiklerinden zerre haberleri yoktu. Çok korkmuşlar, el ele tutuşmuşlardı. Beraber uçuyorlardı. Bir ara okul arkadaşlarından birini görür gibi oldular. Sevgi, Olcay'a bağırır gibi oldu ama ona iyice sokulmuş olan Eda bile duymadı. Sırtlarını bir kayaya ya da artık her neyse ona çarpmadan önce Eda, kırmızı bisikletin uçtuğunu gördüğüne yemin edebilirdi. Sanki kanatları vardı.
Sırtlarını çok sert çarpmışlardı. Acıyla inlediler. Rüzgar biraz olsun yavaşlamıştı. Etraflarına bakındılar. Aradıkları küçük mağaranın hemen yanında olduklarını fark ettiler. Demek ki saatlerce sürdüğünü ve kilometrelerce öteye uçtuklarını düşünmelerine rağmen aslında aynı yerde volta atıyorlarmış. Mağaranın taşına yapışarak yavaşça girişini aradılar. Bulduklarında kendilerini hemen içeri attılar ve derin bir nefes aldılar. Şaşkınlıkla ve korkuyla birbirlerine baktılar. Rüyada olup olmadıklarını anlamak için birbirlerini çimdiklemeye karar verdiler. İkisi de birbirlerine acımasız birer çimdik attıktan sonra kabusun içinde olmadıklarını kabullendiler.
Mağara çok büyük sayılmazdı. İkizler hırpalanmalarının yanı sıra iyice acıkmış ve susamışlardı.
"Öleceğiz herhalde burada. Acaba diğerleri ne yaptı. Herkes evinde ailesinin yanında gülerek akşam yemeği mi yiyor?" dedi Eda.
"Saçmalamayı kes Eda. Bu havada o kadar yolu kim gidebilecek? Ama onlara ne olduğunu ben de çok merak ediyorum." diye cevap verdi Sevgi düşünceli bir şekilde.
Eda, Sevgi'ye göre çok zayıftı. Yemek yemeyi pek sevmezdi. Bu yüzden birkaç kez bayılmıştı. Sevgi'nin ise hayatı yemekti. Anneleri bu durumdan çok şikayetçiydi. Keşke tek çocuk doğursaydım da ne kemiklerini görseydim ne de obez olmasını diye yakınır, sanki tek çocuğu olsa ikisi gibi yarım akıllı olmazdı diye düşünürdü. Kaç kere doktora götürmüştü onları ama hiçbir şey sonuç vermemişti. Aslında çocukları Sevda için her şeydi. İkizler doğmadan üç sene önce ilk göz ağrısı, oğlu henüz üç aylıkken ölmüştü. On sekiz sene önce günlük güneşlik bir günde deniz kenarındaki patikada bir bankta oğluyla oturuyordu. Batmakta olan güneşi seyrederken oğluna sıkıca sarılmış, anneliğin ilk gerginliklerini ve heyecanını yaşıyordu. İşte tam o anda anormal bir rüzgar çıkmıştı. Evleri uzakta değildi, Sevda oğlunu bebek arabasına yerleştirip eşyaları toplamaya kalmadan yerle gök bir olmuştu. Rüzgar şiddetlenmeye başlarken oğlunu bebek arabasından alıp onu sanki anneliğin ilahi bir gücüyle koruyabilecekmiş gibi kendi ceketinin içine iyice sarıp kollarıyla sarmalamıştı. Fakat aniden başı şiddetli bir şekilde zonklamıştı, yaşadığı baş ağrıları gibi değildi. Hiçbiri kafasını kanatıp yere düşmesine neden olmamıştı.
Eda, hemen çantasından öğlen yemediği öğle yemeğini çıkartıp kardeşiyle paylaştı. Karınlarını doyurduktan sonra dışarıya bir göz attılar. Rüzgar biraz daha dinmişti ama hala tehlikeli görünüyordu dışarı çıkmak için. Yemek onları iyice susatmıştı. Sevgi mağaranın az ilerisinde bir su birikintisi olduğunu biliyordu. Çünkü birkaç sene önce mağaranın tepesinin küçük bir bölümü göçmüştü, oradan yağmur aldığı için gölcük oluşmuştu. İkisi de kararsız adımlarla suya yürüdüler. Su tertemiz görünüyordu. Biraz içmenin sakıncası olamazdı. İkisi de yan yana eğilip içmeye başladılar. Eda'nın başı döndü, suya düşmekten kendini son anda kurtararak sırtını hemen mağara duvarına vererek uzandı. Kardeşinin sesini duyuyordu ama gözden kaybolmuştu. Ne ara gitmişti? Uzaktan Sevgi ona başını çevir, ileriye bak diye tıslıyordu. Ses çok yakınında gibiydi ama kardeşini göremiyordu. Başını kaldırdı, kırmızı bisiklet suyun ardında yan yatmış bir şekilde duruyordu. Tekerleğin altında yine o beyaz kağıdı fark etti...
Devamı gelecek...
Yorumlar
Yorum Gönder